Sosyal ve Kültürel Nörobilim Olabilir mi?

10.011
Sosyal ve Kültürel Nörobilim Olabilir mi?

 

Prof. Dr. Oğuz Tanrıdağ

Üsküdar Üniversitesi

 

“Eğer beyin bizim kolaylıkla anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı biz hala onu anlayamayacak kadar basit olurduk”

                                                                                                   Emerson M. Pugh

 

Sosyal ve kültürel nörobilim; beynin biyolojik evrimi ve aklın kültürel evrimi arasında köprü kurmayı amaçlayan, alışılmamış ve yeni bir çalışma alanıdır. Bu tür bir çalışma alanının ortaya çıkmasının nedeni; evrim teorisinin, gecikmeli de olsa davranış bilimleri üzerine etkisiyle önce evrimsel psikolojinin, ardından yine gecikmeli de olsa sosyal bilimler üzerine etkisiyle sosyal psikoloji, sosyal antropoloji gibi alanların ortaya çıkmasıdır. (Birinci gecikmenin nedeni, davranış bilimlerinde XX. Yüzyılın neredeyse tümünü kapsar biçimde davranışçı ve dinamik akımın hâkimiyeti, ikinci gecikmenin nedeniyse sosyal bilimlerin kategorik kavramlarla sadece kendi alanı içinde kalması ve diğer bilim alanlarıyla ilişkisinin olmamasıdır.) Sosyal ve kültürel nörobilim bu nedenle evrim teorisinin davranış bilimleriyle sosyal bilimler üzerine etkilerinin bir sonucudur. Bu etkiler sonucunda evrim psikolojisi, sosyal psikoloji ve nöroantropoloji ortaya çıkmıştır. Bu alt yapıdan yola çıkılarak oluşturulan hipotezlerin beyinle ilgili araştırmalarda sınanmasıyla; örneğin grup davranışlarının, empatinin, felsefi, ekonomik, politik ve etik davranışların beyin araştırmalarına konu olmasıyla sosyal ve kültürel nörobilim doğmuştur. Son 10-15 yıldır yaşanan bu gelişmeler, sosyal bilimler tarafından oluşturulan ve incelenen her türlü bilginin, zaman içinde sosyal bilimlerden sonra ortaya çıkan davranış bilimleri ve nörobilim tarafından bir kez daha süzgeçten geçirilmesi anlamını, sosyal bilimlerin sahip olduğu her türlü bilginin zamanın ruhuna uygun biçimde yeniden değerlendirilmesi anlamını taşımaktadır. Bu, insanlığın bu güne kadar sağladığı birikimlerin bambaşka bakış açılarından yeniden sınanmasıdır. Bu bakış açısının tesiriyle günümüzde artık Descartes’in ya da Spinoza’nın görüşlerini yeniden, bu güne değin hiç rastlanmayan bir bakış açısıyla ele alan nörobilim yazılarına rastlıyoruz. (örneğin, Damasio’nun, düalist felsefe eleştirisine yönelik “Descartes’in Yanılgısı- Descartes’ Error” ve “Gerçekliğin Duygusu-The Feeling of What Happens”, Spinoza’nın duyguların içselliğiyle ilgili görüşleri üzerine yazdığı “Benlik Akla Gelir-Self Comes to Mind”, ve “Spinoza’nın Peşinden Gitmek-Looking for Spinoza” kitapları ve Ramachandran’ın “Gerçekliği İfşa Eden Beyin- The Tell-Tale Brain” kitabı). Yine psikolojinin ekonomi teorisine el attığı kitaplara rastlıyoruz. (örneğin D. Kahneman’ın “ Öngörü Teorisi- Prospect Theory”)

Bilim felsefecisi T.Kuhn, “Bilimsel Devrimlerin Doğası” ’nda bunu şu şekilde ifade ediyor; “Her şey normal bir bilim dönemiyle başlar. Normal bilim döneminde problemler bulmaca gibi çözülür. Daha sonra çözümler yetersiz kalmaya başlar. Yeni çözümlere ihtiyaç yeni paradigmalarla olur. Bunlar oluştuğu zaman yeni bir normal bilim dönemi başlar.”

Yukarıda saydığımız gelişmelerin dış dünyada görünür hale gelmesi bu tür içsel bir yapılanmanın ve hazırlığın sonucudur. Bu içsel yapılanma ve hazırlık iki faktörün eşliğinde olur. Bunlar beynin fizik dünyaya ait olan varlığı diğeri ise ondan çıkan aklın dış dünyayla ilişkileridir. Birincisi biyolojik evrimle ikincisi ise kültürel evrimle ilgilidir. Beynin biyolojik evriminin milyonlarca yıl sürdüğü ve insanın kültürel evriminin ise son onbin yıl içinde gözle görünür hale geldiği hesaba katıldığında, bir memeli beyninden “insan” aklının çıkması için ne kadar zaman gerektiği anlaşılır. İki evrim arasında bu kadar derin bir zaman farkının mevcudiyeti gerekmiştir çünkü “insan beyni” dediğimiz organ gerçekten bir insan beyni değildir. Diğer memeli beyinleriyle arasında sadece oransal farklar olan ve sadece kendisinde ortaya çıkmış hiçbir özel yapının olmadığı bir memeli beynidir. Kendisine özel hiçbir yapının bulunmadığı bir beyinden diğer memelilerde olmayan ve sadece kendisinde bulunan yaratıcı bir aklın çıkması için, “mucize” dışında bu kadar uzun bir zamanın geçmesi ve bu zamanın içinde uygun oranların oluşması beklenirdi. Diğer bir deyimle, bu tür bir “mucize” kendi kendine değil ancak evrimle gerçekleşebilirdi. Gerçekten de, evrim sürecinde bu memeli beyninde yürütücü-yönetici beyin dediğimiz frontal lobun, beynin en azından üçte birini oluşturduğu bir oran ortaya çıktığı zaman yaratıcı akıl için ön şartlar ortaya çıktı ve bu beyin artık insan beyni olarak adlandırıldı.

Sosyal ve kültürel nörobilim gibi, henüz tanımlarını yaparken bile zorlandığımız ve teker teker prensiplerini halen dünyanın farklı köşelerindeki laboratuarlarda yapılan araştırmaların sonuçlarına bağlı olarak yavaş yavaş öğrendiğimiz bu konuya Emerson M. Pugh’un sözleriyle başlamıştık. Pugh’un bu sözü beyin ve akıl ilişkisini mükemmel bir sadelikle ama aynı zamanda düşündürerek gösteriyor. Bu sözün özeti, eğer beyin basit olsaydı ondan türeyen akıl da ona uygun biçimde basit olurdu değil mi? Halen insan aklının beyni anlamakta zorlandığı noktasından hareketle, bu “basit” beyinden türeyen “basit” akıl, onu yaratan beynin basitliğini bile anlamaktan aciz olurdu değil mi? Eğer bu yorum doğruysa, en azından kendi aklımızın geleceği adına beynin karmaşıklığının yeterince keşfedilmemiş olması fena bir şey değil. Pugh’un sözlerini tersine çalıştırarak da aynı sonuca varırız: “Eğer beyin bizim kolaylıkla anlayamayacağımız kadar karmaşıksa bizim de onu anlamak için kendini zorlayan ve geliştirmek zorunda olan bir akla ihtiyacımız olur.” Hikâyenin ve herşeyin özeti de budur aslında. Budur çünkü, bir sonraki bölümde de göreceğimiz gibi, çağlar boyunca beyin anlayışları basitten karmaşığa doğru gelişme göstermiştir. Bu süreçler içinde insan aklı hep beyniyle ilgili bilgisinin önünde gitmiş, deneylerle bu bilgiyi geliştiremediği dönemlerde, kendini mitolojide, dinde ve felsefede, kültürde, sanat ve edebiyatta, hukuk ve etik sistemlerin oluşturulmasında ve nihayet teknolojide gerçekleştirmiştir. Aklının kökenini ve gizemlerini ve onlarla ilgili açıklamaları bu yüzden, önce sosyal bilimlerde ve ardından davranış bilimlerinde aramış, birçok açıklama bulmuş, aklın çetrefil ve gizemli organını en son ortaya çıkmak zorunda kalan nörobilim ile inceleme şansını elde etmiştir. Bu zorunlu çizgi nedeniyle, beyinle ilgili bilgiler bağlamında tarihsel bilginin tersine biriktiği; önce beyin daha sonra davranış bilimleri ve en son sosyal bilimler çizgisinde birikim göstermesi gerekirken, önce sosyal bilimler daha sonra davranış bilimleri ve en son da nörobilim gelişmiştir. Ama aklın evrimi açısından ele alındığında, beyni inceleyecek aklın, çağlar boyu süren ilkel beyin anlayışlarına mahkûm olmadan, sosyal bilimler ve davranış bilimleri yoluyla kendini geliştirmiş olması, günümüzün beyin araştırmalarına uygun aklın ortaya çıkışının zorunlu koşulu gibi görünmektedir.

Sosyal ve kültürel nörobilim, insan aklının sosyal ve kültürel evrimi yaratabilme yeteneklerinin nörobilimsel temellerini açıklama çabaları olarak değerlendirilebilir. İnsan aklı, bir yandan felsefenin, hukukun, etiğin, sanat ve edebiyatın gelişimleri içinde diğer yandan da aklın kökenleriyle ilgili merak ve onu beyinle ilişkilendirme çabaları içinde evrimleşmiştir. Öyleyse Pugh’un sözlerinin insan aklıyla ilgili ortaya çıkardığı tablo şudur;

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı muhtemelen basit yapıdaki diğer beyinler gibi etki-tepki ve refleks prensiplerine göre çalışan bir beyin olur ve biz soyut ve sembolik iletişim biçimlerini üretemez; konuşamaz, okuyamaz, yazamazdık yani dili geliştiremezdik!

 

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı hep ana bağlı ve somut düşünmek zorunda kalırdık, kavramlar icat edemez, geliştiremezdik, yani felsefe olamazdı.

 

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı soyut, sembolik ve alegorik düşünemezdik; sanat ve edebiyat olamazdı.

 

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı tarihten ve toplumdan gelen etkileri belleğimize aktaramazdık; kültür olamazdı.

 

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı olaylara farklı yorumlar ve çözümler öneremezdik; politika olamazdı.

 

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı aklımız yerinde sayardı; zekâmız olamazdı.

 

Eğer beyin kolaylıkla anlayabileceğimiz basitlikte bir organ olsaydı bilinçaltımız oluşamaz; kimlik problemimiz olmazdı.

 

Öyleyse hepsini içeren bir ifadeyle diyebiliriz ki; biz dil sahibi, felsefe yapabilen, sanat ve edebiyat eserleri verebilen, hukuk sistemleri kurabilen, suç ve ceza kavramlarını ayrıştırabilen, ahlak kurallarına sahip, farklı politik eğilimlere sahip olabilen, kültür ve medeniyet sahibi bir canlıysak bütün bunları beynimizin karmaşık yapısına borçluyuz. Bilincimizi, aklımızı ve zihnimizi tam olarak tanımlayamamış olmamız ve kimlik problemimizi aşamamamız yine bu karmaşık yapıyı henüz tam olarak algılayamamaktan kaynaklanmaktadır.

O halde beynin kolaylıkla anlaşılamamış bir organ olması ironik biçimde insan aklının kendini geliştirebilmesi ve sınayabilmesi adına bir tür sigorta, bir tür ivme rolünü üstleniyor. Ancak bilim dünyasında beynin anlaşılmazlığı konusunda da herkes aynı görüşte değil. Örneğin, genetikle uğraşanlarla felsefeyle uğraşanlar, uğraştıkları işlerle ilgili paradigmaların farklılığı nedeniyle bu konuda farklı düşünürler. Genetikle uğraşanların beyinle ilgili kafalarının gayet berrak olduğunu görüyoruz. Adına bilimsel indirgemecilik denilen ve genellikle temel bilimciler tarafından temsil edilen bu anlayış içinde olanlar genetik kodların çözülmesiyle beyinde anlaşılamayan bir şey kalmadığını ileri sürerler. Her şey bire bir genlerle ilgilidir. Örneğin, DNA’nın çifte sarmal yapısını keşfedenlerden Crick, “Şaşırtan Varsayım” ‘da şunları yazıyor;

“Siz, sizin mutluluklarınız ve mutsuzluklarınız, hatıralarınız ve meraklarınız, kişilik algınız ve özgür iradeniz, hepsi, gerçekte sinir hücrelerinin ve onların ilişkide oldukları moleküllerin birlikte ortaya koydukları faaliyetlerden başka şeyler değildir.”

Buna karşın felsefe beynin kendisiyle değil, beyinle ilişkili karmaşık fenomenlerle ilgilenir. Filozof D. Dennett bakın insan bilinci konusunda neler diyor?

“Bilinç, belki de insanla ilgili son gizemdir. Öyle bir gizem ki, insanlar onun hakkında nasıl düşüneceğini bile bilmiyor. Elbette başka tür gizemler de var; kâinatın gizemi, hayat ve üremeyle ilgili gizem, doğa’da bir tasarım olup olmadığı konusundaki gizem, zaman, mekân ve yerçekimiyle ilgili gizem. Bunlar büyük merak konusudur; kozmoloji soruları, moleküler genetik ve evrim teorisi gibi. Ama bilinç konusunda bütün bunlara kıyasla çok daha berbat durumdayız. Ona nasıl yaklaşacağımızı, onu nasıl parçalarına ayıracağımızı ve mistik halinden nasıl çıkaracağımızı bilmiyoruz.”

Bu tablo, Syracuse Üniversitesi’nden fizik profesörü Erich Harth’ın beyin hakkındaki şu sözleriyle mükemmel biçimde örtüşüyor; “İnsan beyninin anlaşılmazlığının temelinde iki uzlaşmaz ve bağdaşmaz özelliği birden içinde barındırması yatar. Bunlardan birisi fizik âleme ait özellikleri diğeri ise fizik âlem içinde ve beyinde net karşılıkları olmayan bilinç, akıl ve zihin gibi kavramları taşıma özelliğidir.” Bu sözlere, beynin fizik ve biyolojik özelikleriyle ilgili şifrelerin çözülmesinin onu anlamaya yetmeyeceği, bilinç, akıl, zihin gibi kavramların da çözülmesinin gerekli olduğu tespitini çıkarabiliriz. Zaten bütün tartışma da bunlarla ilgili olarak çıkmaktadır. İnsanoğlu, günümüze değin, beynin fiziksel âleme ait olan özellikleriyle, bu özelliklerin sonucu olan bilincinin, aklının ve zihninin özelliklerini bağdaştıramamıştır. Bir anlamda, fizik olandan yola çıkamamış, o zamanlar “fizik ötesi” diye nitelendirilen özelliklerinden yola çıkıp tersine bir yol izlemiştir. Bunun örneklerini hem nörobilim tarihinde hem de felsefe tarihinde görebiliriz. Örneğin, Descartes gibi döneminin en ünlü matematikçisi ve filozofu olan birisi bile bu bilgi üzerine yanlış bir hipotez kurmuştur. Düalist felsefenin ortaya çıkmasına neden olan hipotezden söz ediyoruz: Beynin gövdeyle ilişkili olan hareket ve refleksler gibi görevleri vardır, zihinsel olan yetenekler ise beyin dışından, Tanrı’dan gelir. Bugün, Tanrı’ya inansın ya da inanmasın, eğitimi olsun ya da olmasın, her yaştan insanın zihin ve akıl işlevlerinin nereden geldiğini anlama konusunda bir problemi yok. Eğer bu doğruysa, günümüz insanının beyinle ilgili yaklaşımının 17. yüzyılda yaşamış büyük bir matematikçi ve filozofun beyin yaklaşımından daha önde olduğunu söyleyebiliriz. Zaman içinde sıradan insanları filozofların önüne geçiren etken nedir acaba? Bunun cevabı daha fazla bilgiye sahip olmaktır. Gerçekten de Descartes’in düalist felsefeyi ortaya koyduğu günlerde beynin, içindeki suyu gövdeye pompalayan bir su pompası gibi çalıştığına inanılıyordu ve beyin dokusuyla ilgili hiçbir şey bilinmiyordu. Oysa bugün beyin içinde milyarlarca hücrenin olduğunu ve beynin en azından bir bilgisayar gibi çalıştığını ilkokul çocukları bile biliyor. Beyin bir tür iç salgı bezi ya da organ değildir. Beyne kanla oksijen ve glikoz gelir. Karşılığı bilinç, zihin, hareket, hissiyat, görme ve konuşma, beceri, bellek olarak çıkar. Bunların beyinde anatomik, fizyolojik, kimyasal karşılıkları vardır ancak beş yıl önce olmuş bir olayı hatırlarken beyin kesin olarak fiziksel bir çıktı değil, zihinsel bir çıktı vermektedir. Zihin kavramı beyinden çıkmaktadır ama onun bir salgısı ya da türevi olarak değil, kendine ait bir anlam ve hareket alanı bularak çıkmaktadır. Ortaya çıkan işlevler kişiye özel değil kategoriktir. Bundan dolayı zihin işlevleri yine de indirgemeci tarzda ölçülmektedir. Bunlar nöropsikolojik testlerdir.

Günümüzdeki ortalama bilinç ve anlayış düzeyi geçmişin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Bunda internetin ve sanal iletişimin büyük rolü var. Üç asır önce felsefi tartışmalara neden olan bazı konular artık gündelik olağan bilgilerimiz arasına girmiştir. Her gün şurada ya da burada beyin araştırmalarının sonuçları yayınlanmaktadır. Sosyal bilimler, davranış bilimleri ve nörobilim birçok konuda iç içe girmiştir. Dolayısıyla sosyal ve kültürel konuların sadece sosyal bilimlerle ilgili değil, davranış bilimleriyle ve nörobilim ile ilgili açıklamaları vardır. Örneğin, insanların ekonomik kararlarıyla ilgili sosyal bilimlerde rasyonalite teorisi varken, davranış bilimlerinden ekonomik kararlar sırasında insanların hangi etkiler altında kalarak karar verdikleriyle ilgili bilgiler ve nörobilimden de ekonomik ilişkiler sırasında beyinde harekete geçen karar mekanizmasıyla ilgili bilgiler gelmektedir. Günümüzde artık hangi tür beyin hastalıklarının sanat yeteneğini arttırdığı hangilerinin bu yeteneği zedelediği konuşulmaktadır. Mahkeme salonlarında sanık avukatlarının ellerinde müvekkillerinin beyin MR’ını tutarak onları savundukları görülüyor ya da bu tür bilgiler dava sırasında jüri üyelerine sunulmaktadır. Çocuk pornosuna merakı yüzünden eşinden boşanan ve mahkemede tam ağır ceza alacakken, bir baş ağrısı nedeniyle çekilen MR’ da ortaya çıkan beyin tümörü, doktor tarafından başağrısı nedeni olarak değerlendirilirken aynı tümör mahkeme salonunda pedofili nedeni olarak da tartışılmaktadır. Sosyokültürel hastalıklardan en korkuncu olan ırkçılık artık sadece sosyal ve tarihsel nedenler eşliğinde değil, kişilik yapıları ve fMR bulgularıyla da tartışılmaktadır. Beynin sağ ve sol yarıları ana politik akımlarla ilişkili olarak yeni bir gözle değerlendirilmektedir: Sol beyin konservatif, sağ beyin liberal gibi. Bu örnekler çoğaltılabilir. Özet olarak söylenebilir ki, günümüzün globalleşmiş dünyası içinde her türlü bilginin kolaylıkla edinileceği bir ortam vardır ve bütün mesele insanların ilgisine kalmıştır. Geçmişte kaynak ve bilgi yetersizliğinden dolayı ilgi aşırı zaman ve enerji gerektiriyordu. İnsanlar bunları harcadıkları zaman bile çoğu zaman istediklerine de ulaşamıyorlardı. Bugün ise her şey saniyelik bir “tık” mesafesindedir. İnsan beyninin yapısı bize yaratıcı bir akıl sunuyor. Onun gizemlerinin çözümlenmesi sadece bu yaratıcı aklın devreye sokulmasına bağlıdır.